İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nin Kabul Edilişinin 76. Yılında Tüm İnsanların Onur ve Haklarda Eşit Olduğu Bilinciyle, Eşitsizlik, Adaletsizlik, Yoksulluk, Ayrımcılık ve Savaşa Karşı, Israrla Barış, Demokrasi ve İnsan Hakları Değerlerini Savunuyoruz!
Kabul edilişinin 76. Yılında İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi çağımızın en
önemli kurucu sözleşmesi olarak insanlığın yolunu aydınlatmaya devam ediyor.
30 maddeden oluşan Evrensel Bildirge, Birleşmiş Milletler (BM) bünyesinde
yürütülen uzun çalışmalar sonucunda 10 Aralık 1948 tarihinde Paris’te toplanan
BM Genel Kurulu tarafından kabul ve ilan edilmiştir. Türkiye, Evrensel
Bildirgeyi 27 Mayıs 1949 tarihli Resmi Gazete’de yayınlayarak yürürlüğe
koymuştur. İki yıl sonra BM Genel Kurulu, 1950’de “10 Aralık”ı, “Uluslararası
İnsan Hakları Günü” olarak ilan etmiştir.
BM, İkinci Dünya Savaşı’nın yol açtığı ağır insani yıkımın bir daha asla
yaşanmaması için, barış, insan hakları ve demokrasi ideallerine dayalı
uluslararası bir sistem oluşturma hedefiyle inşa edilmiştir. Evrensel Bildirge de bu
sitemin kurumsallaştırılmasında, insanlığın haysiyet, eşitlik ve adalet
arayışında temel ve vazgeçilmez bir yere sahiptir. Bugün gelinen aşamada maalesef
bu ideallerin çok gerisinde kalınmıştır. Evrensel Bildirge’de yer alan hak ve
özgürlüklere dayalı uluslararası bir düzen hâlâ kurulamamıştır. BM, küresel
boyutta yaşanan eşitsizliği, adaletsizliği, ırkçılığı, ayrımcılığı,
sömürgeciliği, otoriterleşmeyi sonlandırmada yeterince etkin olamamaktadır. Güçlü
devletlerin çıkar ilişkilerine dayalı oluşturdukları askeri ve ekonomik
birliktelikler, sürdürülen savaş politikaları yakın çevremizde Ukrayna, Gazze
ve bugünlerde Suriye’de olduğu gibi halkları temel hak ve özgürlüklerini
kullanamaz hale getirmiş, büyük bir insani krize yol açmıştır. Özellikle
devletlerin demokrasi ve hukuk taahhüdünden giderek uzaklaşmaları, başta
Evrensel Bildirge olmak üzere uluslararası insan hakları sözleşmelerinden doğan
yükümlülüklerini yerine getirmekten kaçınmaları, insanlığın en önemli
kazanımlarından birisi olan insan haklarının hem bir referans sistemi hem de
bir denetim mekanizması olarak zayıflamasına, küresel insan hakları rejiminin
ağır bir kriz içine girmesine yol açmıştır.
Yaşanan tüm olumsuzluklara karşın dünyanın her yerinde halklar özgürlük,
adalet, eşitlik ve insan hakları talepleriyle itirazlarını yükseltmektedirler.
Devletlerin ve hükümetlerin bu itirazlara yanıtı ise şiddetin her türünü
sistematikleştirip yaygınlaştırma ve hayatın tek gerçeği olarak toplumlara
dayatma şeklinde olmaktadır. Bugün tüm dünyada yaşanan ağır kriz karşısında
insan haklarını savunmak ve kurucu rolünü yeniden etkin kılmak en asli
görevimizdir.
Bu kriz hali Türkiye’de de tüm yoğunluğu ve ağırlığı ile yaşanmaktadır.
Ülke, 2016 yılından bu yana önce doğrudan, 19 Temmuz 2018 tarihinden itibaren
de resmen kaldırıldığı söylense de yapılan pek çok düzenleme ile
kalıcılık/süreklilik kazandırılan bir OHAL rejimi ile yönetilmektedir. Bu
durum/süreç, siyasal iktidarın gücünü sınırlandıran anayasacılık ve hukukun
üstünlüğü ilkelerinin terkedilmesine yol açmıştır. Böylelikle keyfilik ve
belirsizlik kamusal/siyasal alanın asli unsurları haline gelmiştir. Özellikle
bir yönetim tekniği olarak başvurduğu belirsizlik yaratma gücü, siyasal
iktidara erkini daha da merkezileştirip toplum üzerindeki baskı ve kontrolünü
arttırma olanağı sağlamaktadır.
Siyasal iktidarın ekonomiden toplum sağlığına ülkenin her
meselesini güvenlik sorunu haline getiren, toplumu kutuplaştıran, ülke içinde ve dışında
şiddeti esas alan, bilhassa da Kürt sorununun
ve uluslararası sorunların çözümünde çatışma ve savaşı tek yöntem haline
getiren politikaları sonucunda 2024 yılında da yoğun yaşam hakkı ihlalleri yaşanmıştır. Çok faklı toplumsal kesimlerden insanlar ya doğrudan
kolluk güçlerinin şiddeti ya da devletin, “önleme ve koruma” yükümlülüğünü
yerine getirmemesi sonucu yapısal şiddetin ve/veya üçüncü kişiler tarafından
gerçekleştirilen şiddetin sonucu yaşamlarını yitirmişlerdir.
Anayasa’nın
ve evrensel hukukun mutlak olarak yasaklamasına ve insanlığa karşı bir suç olma
vasfına rağmen işkence olgusu 2024 yılında da Türkiye’nin en başat insan
hakları sorunu olmuştur. Resmi gözaltı merkezlerinin yanı sıra kolluk güçlerinin barışçıl toplantı ve
gösterilere müdahalesi sırasında, sokak ve açık alanlarda ya da ev ve iş yeri
gibi mekânlarda, yani resmi olmayan gözaltı yerlerinde ve gözaltı dışındaki
ortamlarda yaşanan işkence ve diğer kötü muamele uygulamaları, yeni bir boyut
kazanmıştır. Denilebilir ki siyasal iktidarın
baskı ve kontrole dayalı yönetme tarzı sonucu günümüzde tüm ülke adeta işkence
mekânı haline gelmiştir.
Yakın tarihimizin en utanç verici insan hakları ihlallerinden biri olan insanlığa
karşı suç niteliğindeki zorla kaçırma/kaybetme vakalarının OHAL’in ilan
edildiği 2016 yılından bu yana yeniden yaşanmaya başlaması son derece endişe
vericidir.
Devletlerin insan haklarına yönelik saygısının dolayımsız göstergesi olan
hapishaneler, bugün Türkiye’de siyasal iktidarın hukuku bir baskı ve sindirme
aracı olarak kullanmasının sonucunda tıka basa dolu durumdadır. Yaşam hakkı
ihlalinden işkenceye, sağlık hakkına erişime kadar ağır ve ciddi ihlallerinin
yaşandığı yerlerdir. BM
İşkenceye Karşı Komite’nin Türkiye’nin Beşinci Dönemsel Raporu’na ilişkin
“Sonuç Gözlemleri”nden sayılarının 4.000 kadar olduğunu net bir şekilde
öğrendiğimiz ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası hükümlüsü mahpusların durumu
ve İmralı
Hapishanesi başta olmak üzere tek
kişi ya da küçük grup izolasyonu/tecrit uygulamaları çözülemeyen kronik bir
soruna dönüşmüştür.
Siyasal iktidarın, demokratik toplumun can damarlarından birini oluşturan düşünce ve ifade
özgürlüğüne yönelik kısıtlamaları, özellikle de basın ve insan hakları
savunucuları üzerindeki kaygı verici boyutta artan baskı ve kontrolü 2024
yılında da sürmüştür. Mevzuatta ifade özürlüğünün kullanımı önünde engel oluşturan 15’ten
fazla düzenleme bulunurken kamuoyunda “Etki Ajanlığı Yasası” olarak bilinen
yeni bir düzenlemenin gündeme getirilmesi hiç bir şekilde kabul edilemezdir.
Böyle bir düzelenmenin yapılması halinde bu, hakkın özünü ortadan kaldıracak ve ifade
özgürlüğünü tümüyle kullanılmaz hale getirecektir.
2024, bir önceki yıl gibi toplantı ve gösteri yapma özgürlüğü açısından
kısıtlama ve ihlallerin kural, özgürlüklerin kullanımının ise istisna olduğu
bir yıl olmuştur. Yıl içinde her toplumsal kesimden kişi ve grup, bilhassa da seçtikleri
belediye başkanlarının yerine iradelerini hiçe sayarak kayyım atanmasını
protesto eden Kürt seçmenler, toplanma ve gösteri yapma özgürlüklerini mülki
idare amirlerinin yasakları ve/veya kolluk güçlerinin fiili müdahaleleri
sonucunda kullanamamışlardır.
Örgütlenme özgürlüğü, demokrasilerin işlemesi için elzem olan temel insan
haklarından biridir. Türkiye’de yurttaşlar, toplu olarak bir araya
gelip eyleyemedikleri ve düşüncelerini açıklayamadıkları için örgütlenme
özgürlüklerini de kullanamamakta, müşterek geleceklerini şekillendirmek üzere
sivil ve kamusal alana örgütlü olarak katılamamaktadırlar. 2024 yılında insan
hakları örgütlerinin, dernek, vakıf, emek ve meslek örgütleri ile siyasi
partilerin çok sayıda üye ve yöneticisi gözaltına alınmış, tutuklanmış,
haklarında açılan davalar ile üzerlerinde baskı oluşturulmaya çalışılmıştır. Seçmen ve yurttaş
iradesinin gaspına dayalı, hukukun üstünlüğü ilkesine, insan hakları ve
demokrasi değerlerine tümüyle aykırı bir yerel yönetim rejiminin ifadesi olan
kayyım atamaları aynı zamanda örgütlenme özgürlüğünün de ağır ihlalidir.
Kürt sorunu, Türkiye’nin demokratikleşmesinin önündeki en
temel engellerden biri olarak varlığını korumaktadır. Sorunun barışçıl,
demokratik ve adil çözümüne yönelik esas olarak iktidar tarafından içtenlikli,
bütünlüklü adımların atılmaması, yanı sıra Ortadoğu’daki gelişmelerin de etkisi
ile 7 Haziran 2015 Genel Seçimlerinin hemen ardından başlayan silahlı çatışma
ortamı halen sürmekte ve başta yaşam hakkı olmak üzere ağır ve ciddi insan
hakları ihlallerine yol açmaktadır. Hak savunucuları olarak bizler, Kürt sorununun her zaman
demokratik, barışçıl ve adil çözümünü savunduk. Bugün Ortadoğu’da ki son gelişmeleri
ve dalga dalga yayılan savaş tehdidini düşünürsek barış ve çözüm ısrarımız daha
da güçlenmektedir. O nedenle, çatışmaların hemen şimdi durmasını istiyoruz.
Çatışmasızlık ortamının tesisi ile birlikte çatışmasızlık halinin yaşanan
olumsuzluklardan da hareketle tahkim edilmiş bir hale getirilerek
güçlendirilmesi, izlenmesi ve toplumsal barışın sağlanabilmesi için tüm
tarafların içtenlikli, etkin programlar geliştirmesi gerekmektedir.
İstanbul Sözleşmesi’nden çekilme kararının kadınlar ve LGBTİ+’lar için ne
anlama geldiğini 2024 yılında yüzlerce kadının erkekler tarafından
öldürülmesi; LGBTİ+’ların ayrımcı, fobik ve nefret içerikli saldırılara maruz
kalması; kadın ve LGBTİ+ hakları için yapılan barışçıl toplantı ve gösterilerin
yasaklanması, şiddet uygulanarak
müdahale edilmesi; yüzlerce kadın ve LGBTİ+’nın işkence ve diğer kötü muamele ile gözaltına
alınması; yetkililerin bizzat desteği ile LGBTİ+ karşıtı nefret mitinglerinin
yapılması ve her bakımdan derinleşen ayrımcılık ile çok iyi anlamış olduk.
Artık Türkiye toplumunun bir parçası, asli unsuru haline
gelen mülteciler/sığınmacılar, hala her türlü ayrımcılığa ve istismara, nefret
söylemine ve ekonomik sömürüye yoğun bir şekilde maruz kalıyorlar. 2024 yılında
da, Kayseri örneğinde olduğu gibi ırkçı ve nefret içerikli şiddete maruz kalan
mülteciler/sığınmacılar yaşamlarını yitirdiler. Ülkede yaşanmakta olan ağır
krizin fiziksel, ruhsal, sosyal ve ekonomik tüm sonuçlarından en derin şekilde
etkilenen ve mülteciler/sığınmacılar, ne yazık ki toplumumuz açısından
görmezden gelinen, hatta gözden çıkarılan hayatlar oldular.
Türkiye uzunca bir süredir Cumhuriyet tarihinin en ağır ekonomik krizini
yaşıyor. Yıllardır uygulanan borçlanmaya dayalı neoliberal ekonomi
politikalarının, savaş ve çatışma harcamalarının sebep olduğu ekonomik kriz ve
derin yoksullaşma, yurttaşların hem biyolojik
hem de sosyal yaşamlarını sürdürülebilmelerini tümüyle imkânsız kılan ağır
insan hakları ihlalidir. Hayat pahalılığı, işsizlik, yoksulluk, güvencesizleşme
ve örgütsüzleşme en çok kadınları, çocukları,
mültecileri/sığınmacıları vurmaktadır. Bu koşullarda işçi ve emekçilerin kıdem tazminatı gibi kazanılmış
haklarına dokunulmamalı, enflasyon rakamları manipüle edilmemeli ve iş
cinayetleri önlenmelidir. İşçi ve emekçilerin hak arama eylemleri
yasaklanmamalı, sendikalaşma, grev ve toplu eylem hakkı güvenceye alınmalıdır
Son söz olarak; hep vurguladığımız gibi, var oluş nedenleri hak
ihlallerinin son bulduğu, adalet, barış ve demokrasinin tesis edildiği bir ülke
ve dünyaya ulaşmak olan bizler, dün olduğu gibi bundan sonra da tüm zorluklara
karşın ihlalleri belgeleyip, raporlayarak görünür kılmaya, böylelikle önlemeye,
cezasızlıkla mücadele etmeye ve insan haklarının kurucu değerlerine
kararlılıkla sahip çıkmaya devam edeceğiz.
İnsan Haklarıyla
İnsandır…
Görüyoruz, Susmuyoruz,
Mücadele Ediyoruz...